Lost in Translation filmi hakkında bir inceleme yazısı. Filmin açıklaması, konusu, görselleri, müziği, replikleri, yorumlarımı ve puanlamamı içeriyor.
İzlediklerim serisinin 19. yazısında; göz ardı edilmiş, tozlu raflar arasında yer alan ve hiçbir yerde önerildiğine rastlamadığım "underrated" bir filmden bahsedeceğim. Lost in Translation, Türkçe'ye çevril(eme)miş hâliyle "Bir Konuşabilse".
2003 yapımı bu film, Godfather 3 filminde vurulma sırasında gösterdiği kötü oyunculukla ünlenen (bu detay önemli :D) Sofia Coppola tarafından çekiliyor. Başrollerde ise o zamana göre çaylak Scarlett Johansson ve veteran Bill Murray yer alıyor.
Kim olduğunu ve ne istediğini bilirsen, olayların seni üzmesine daha az izin verirsin.
Künye
Film Adı: Lost in Translation
Yönetmen: Soffia Coppola
Vizyon Tarihi: 2004
Süre: 102 dakika
Başrol Oyuncuları: Bill Murray, Scarlett Johansson
IMDB Puanı: 7,7
İçeriği: Dram, Romantik
Lost in Translation Müziği
Lost in Translation Açıklaması
Aşırı ilgiden sıkılmış film aktörü olan Bob Harris (Bill Murray) bir reklam çekimi için Japonya'ya gider. Aynı zamanda Charloutte (Scarlett Johansson) kocasının işi nedeniyle Japonya'da aynı otelde bir müddet kalacaktır. İletişimsizlik, dil sorunu, yabancılaşma gibi kavramları ortak olarak yaşayan bu iki bireyin tanışması, arkadaşlığı, yakınlaşması, kısacası birkaç günlük hikayesi filmin ana konusu
Lost in Translation Yorumum
Yalnız olduğumuzu hissettiğimiz bazı anlar ya da dönemler olmuştur. Kendi kendine sorulan bir sürü cevapsız sorular silsilesi ve ne yapacağını bilememe durumu hakimdir. Sorularına cevap aramak ya da ne yaptığını bilmek, andan keyif almak, tutunacak bir dal bulmak istersin. Lost in Translation da genel olarak bu durumu içeren ve aynı duyguları biz izleyicilere yansıtan bir film olarak tanımlanabilir. Konu aslında basit. İki ayrı karakter var. Birbirlerini tanımıyorlar. Belli bir amaç için bir müddet yurtdışında bulunmaları gerekiyor. Bu süre içerisinde de kendilerini yalnızlık kavramı içerisinde buluyorlar. Sonrasında da tanışma faslı ve arkadaşlık duygularıyla birlikte geçen birkaç günün hikayesi... Bu şekilde özetlemek mümkün.
Her ne kadar iki ana karakter aynı kavramı paylaşsalar da fikirleri ve sorduğu sorular farklılıklar içeriyor. Charlotte henüz 20'li yaşlarının başındadır ve ne olmak istediğine karar verememiştir. "Ne olacağım?" sorusunun cevabını arar. Sürekli bir arayış içerisindedir ve şikayeti ne yapacağını bilememektir. Adeta tutunacak bir dal arar. Yol gösterene ihtiyacı vardır. Bob Harris ise yaşını başını almış kendisinin ve içerisinde bulunduğu durumun farkındadır. Monotonluk içerisindedir. Sorumlulukları vardır ve her ne kadar istemese de yapması gerektiğini de biliyordur. Tüm bunlara ek olarak aile yaşantısındaki stabillik, oyunculuk kariyerinin düşüşte olması ve hiç bulunmayı istemediği bir ülkede işi için bulunmak zorunda kalması eklenince bunalmışlık hissi hakim olmuş ve adeta orta yaş sendromu içerisinde kendisini bulmuştur.
Film Japonya'da geçtiği için yalnızlık ve iletişimsizlik sorununun daha etkili aktarıldığını söyleyebilirim. Dilini bilmediğin bir ülkedesin, yeme içme ve davranış kültürleri ise tamamen farklı. Reklam çekimlerinde yönetmen sayfalarca bir şey konuşuyor, tercüman ise sağa dön sola dön gibi birkaç kelimeden oluşan cümleler kuruyor. Etrafta anlamadığın birçok Japonca tabela var. Dillerinde r harfi olmadığı için l harfi kullanıyorlar ve bu da konuşma arasında anlaşılmamaya neden oluyor. Film içerisinde bu konularla ilgili birkaç espri ile de karşılaşmak mümkün.
+Niye "r" ve "l" harflerini değiştirmişler burada?-Ah! Bilirsin, sadece kafa karıştırmak için. Kendi kendilerini eğlendiriyorlar. Biz onları eğlendiremiyoruz ya.
Espri demişken, Japonlar ile ilgili birkaç espri film içerisinde mevcut. Boylarının kısalığı, traş bıçağının minicik olması ve yukarıda bahsettiğim r harfinin olmama mevzusunu örnek olarak söyleyebilirim. Her ne kadar bazıları tarafından küçük düşürme olarak nitelendirilse de ben filme eğlence katan güzel detaylar olarak görüyorum. Küçük düşürme gibi bir amaç olsa teknolojinin geliştiği (kendi kendine açılan perde ve değişik teknolojik aletler), neon ışıklar altındaki büyüleyici metropol Tokyo şehri ve yemek kültürlerinin oldukça sağlıklı olduğu vurgulanmazdı diye düşünüyorum.
+Ben tamamen bittim.-Bu sadece halı.+Ben bundan bahsetmiyorum.-Neden bahsediyorsun?+Bilmiyorum. Ben sadece sağlıklı olmak istiyorum. İyi olmak istiyorum. Daha sağlıklı şeyler yemek istiyorum. Makarna yemek istemiyorum.-Ne?+Japonya yemekleri yemek istiyorum.-Güzel, neden orada kalmıyorsun? Böylece her gün yiyebilirsin.
Adından da anlaşıldığı üzere dil sorununa oldukça vurgu yapılmış film içerisinde. Bob'un kafa dağıtmak için spor salonuna gidip koşu bandını kullanamaması ve hızdan dolayı neredeyse kendini yaralayacak duruma gelmesi bunun bir göstergesi. Ayrıca Charlotte ile birlikte suşi restoranındayken menüdeki tüm yiyecekler çiğ olduğu için aynı görüntüde. Normalde acı oranı ve içeriği farklı fakat kendin pişir kendin ye konseptinde bir yerde olduklarını bilmediklerinden dolayı tüm yiyeceklerin neden aynı görüntüde olduğunu sorguluyorlardı. Hastaneye gittiklerinde ise dertlerini anlatamayıp ne yapacaklarını bilememeleri gibi birkaç detay daha film içerisinde mevcut.
Lost in Translation baştan sona puslu bir hava içerisinde geçiyor. Kullanılan renkler soluk. Bu da filmdeki duyguların biz izleyicilere daha iyi yansıtılmasını sağlıyor. Eğlendikleri anlarda ise renkler daha canlı hale geliyor ve bu dinamiklik film boyunca hissediliyor. Başından sonuna kadar neredeyse tamamında iki ana karakterin asık suratlarını ve boş bakışlarını görmek içinizi sıkabilir. Bu durum sebebiyle filmin herkese hitap etmediğini söyleyebilirim. Bununla ilgili aşağıya bol bol görsel ekleyeceğim.
Sinematografi gayet iyi. Her ne kadar ilk izlediğimde bunun farkına varamasam da filmi ikinci kez izlediğimde gayet iyi olduğunun farkına vardığımı söyleyebilirim. Yer yer kullanılan açılar ve Japonya'dan iz taşıyan minimal esintiler film seyredilirken gayet keyif veriyordu. Bununla ilgili de birkaç görsel paylaşacağım. Yazımın başında yönetmen Soffia Coppola'yı yersem de bu konuda hakkının verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Henüz 4. filminde ortaya böylesine güzel bir eser sunması takdir edilesi.
İlk çocuğun doğduğu vakit bu korkutucu oluyor. Senin hayat, bildiğin hayat tamamen gider. Geri gelmemek üzere.. Ama onlar yürümeyi öğrenir sonra konuşmayı, o zaman onlarla olmak istersin. Zamanla o ana kadar tanıdığın ve tanışacağın en tatlı insanlara dönüşüverirler..
Oyunculuklar konusunu ise film iki ana karakter üzerine kurulduğu için Scarlett Johansson ve Bill Murray üzerinden değerlendireceğim. Bill Murray'in adeta Bob Harris karakteri için doğmuşçasına bir performans gösterdiğini söyleyebilirim. İçindeki bunalımı ve memnuniyetsizliği doğrudan biz seyircilere aktarıyordu. Soffia Coppola boşuna bir sene boyunca Bill Murray'in peşinden koşmamış. Hatta Bill Murray'i ikna edemeseydi bu filmi de hiç çekmeyecekmiş. Scarlett Johansson ise o dönem 17 yaşında bir çaylaktı fakat film içerisinde abartısız, duru ve iyi bir oyunculuk sergilediğini söyleyebilirim.
Senaryo, oyunculuk, sinematografi ve aktarılan duygu gibi birçok etken bir araya gelerek ortaya güzel bir eser sunulmuş. Bunun sonucunda Lost in Translation 2004'te başta "En İyi Senaryo Oscar'ı" olmak üzere birçok ödül kazanmıştır.
Yazıyı toparlayacak olursam; Lost in Translation, gösterişten uzak, tek bir çizgide ilerleyen, sade, herkese hitap etmeyen bir ağırlıkta, iyi oyunculuk ve sinema çekimlerine sahip ortalama üzeri bir film olmuş.
Lost in Translation Görselleri
Lost in Translation Puanım
Senaryo : | 7 |
Oyunculuk : | 9 |
Çekimler : | 9 |
Akıcılık : | 6 |
Film Puanı : | 7.75 |
Bu filmi çok çok önce seyrettim. Açıkçası ben sevmiştim, yönetmenin kadraja aldığı her görüntü beni mest etmişti. Yazının sonundaki şu cümleyi çok sevdim. "Gösterişten uzak, tek bir çizgide ilerleyen, sade, herkese hitap etmeyen bir ağırlıkta, iyi oyunculuk ve sinema çekimlerine sahip ortalama üzeri bir film olmuş."
YanıtlaSilİşte budur. Eline sağlık :)
Bu filmi duydum izlemedim. R harfi olayını sayende öğrendim. Sinema yazarı gibi yazmışsın.
YanıtlaSilBu sayfayı yazmak epeyce zamanını almış gibi. Detaylı bir inceleme olmuş 3 günde parça parça okudum yazıyı, abartısız:) Filmin sadece 45 dakikasını izleyip tarayıcı tablosuna sabitlemiştim :) izlemeyi bekleye diğer yarı hâlâ duruyor.
YanıtlaSilmerhabalar yazı için eline sağlık. konu dışı olacak belki ama aynı temayı kullanıyorum yazı içinde yazar hakkında kısmı nasıl yapılıyor biliyormusun.
YanıtlaSilBilgilendirme için teşekkür ediyorum. Bloğunuzda başarılar.
YanıtlaSil